MUSTAFA KEMAL ATATÜRK DİYOR Kİ...TÜRK KİMDİR? BU MEMLEKET , DÜNYANIN , ASLA ÜMİT ETMEDİĞİ BİR MÜSTESNA MEVCUDİYETİN YÜKSEK TECELLİSİNE , YÜKSEK SAHNE OLDU . BU SAHNE 7 BİN SENELİK , EN AŞAĞI BİR TÜRK BEŞİĞİDİR . BEŞİK TABİATIN RÜZGARLARIYLA SALLANDI . BEŞİĞİN İÇİNDEKİ ÇOCUK TABİATIN YAĞMURLARIYLA YIKANDI . O ÇOCUK TABİATIN ŞİMŞEKLERİNDEN , YILDIRIMLARINDAN , KASIRGALARINDAN EVVELA , KORKAR GİBİ OLDU ; SONRA ONLARA ALIŞTI ; ONLARI TABİATIN BABASI TANIDI ONLARIN OĞLU OLDU . BİR GÜN O TABİAT ÇOCUĞU TABİAT OLDU ; ŞİMŞEK , YILDIRIM , GÜNEŞ OLDU ; TÜRK OLDU . TÜRK BUDUR . YILDIRIMDIR , KASIRGADIR , DÜNYAYI AYDINLATAN GÜNEŞTİR


   
 
  Mehmet akif ersoy.


Çanakkale Şehitlerine

Şu Boğaz Harbi Nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,

Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”

Dedirir yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer
Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Avustralya’yla beraber bakıyorsun ; Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.
Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.

Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela...
Hani tauna da zuldür bu rezil istila...

Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil,

Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına,

Maske yırtılmasa hala bize affetti o yüz ...
Medeniyet denilen kahpe, hakikat yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab,
Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.

Öteden saikalar parçalıyor afakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de namerd eller,
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, başa, edecek kahrına ram?
Çünkü te’sis-i ilahi o metin istihkam.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;

Bir göğüslerse Huda’nın edebi serhaddi;
“O benim sun’-i bediim, onu çiğnetme” dedi.

Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyetler eder istiab.

“Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;
Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.

Mehmet Âkif ERSOY


 Mehmet Akif, memleketin en felaketli ve karanlık günlerinde, ümidini günden güne kaybetmekte olan millete “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” diye haykırarak Türklerin ruhuna yeniden yaşama ve savaşma atılımı aşıladı.

 

          Mehmet Akif, 1873 yılında İstanbul'da doğdu. İlk tahsilini Fatih Rüştiyesi'nde, orta öğrenimini Mülkiye'nin idadî(lise ) kısmında, yüksek öğrenimini de yatılı olarak Halkalı Sivil Baytar Okulu'nda yaptı.

          Baytarlık göreviyle Edirne'ye gönderildiyse de daha sonra İstanbul'a gelerek edebiyat öğretmenliğine başladı. Zira o bir bilim adamı olmaktan çok, bir duyu ve sanat adamı idi. Bir ara Darülfünun'da edebiyat dersleri verdi. Anadolu Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Cumhuriyetten sonra İstiklal Marşı'nı yazdı. 1936'da İstanbul’da öldü.

         Mehmet Akif'in asıl adı Ragıf'ti. Bir çeşit ekmek demek olan bu Arapça kelime, harfleri “Ebced” sayılarına vurulunca onun doğum tarihini gösteriyordu. Ancak, babasından başka kimse bu adı kullanmadı. Dört yaşında okumaya başlayan, orta öğrenimi sırasında hafız olan, Farsça'yı bir hocadan, Fransızca' yı da kendi kendine öğrenen Akif, daha Baytar Okulundayken şiir yazıyordu.

         İlk şiiri “Kur'an'a hitab”dır ve 1895'te Resimli Gazete'de çıkmıştır. Mehmet Akif, heyecanlı, hareketli, pehlivan yapılı, güreş seven, taş atmayı, spor haline getirmiş bir kimseydi. Uzun zaman yürüyebilmesi, Anadolu'ya geçtiği sırada araç bulamayınca köyden köye yaya gidebilmesini sağlamıştır.

         İkinci Meşrutiyet'ten sonra bir ara İttihat ve Terakki genel merkezinde akşamları Arapça dersleri vermişti. Ama Ziya Gökalp'ın milliyetçi fikirlerini benimsemediğinden bu işi bırakmak zorunda kaldı.

         Ona göre milliyetçi fikirler, bölücüydü. Önemli olan, toplumları birleştirici bir temeli yaymaktı ki bu da ancak din olabilirdi. Bu sebeple, Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim’de yazmaya başladı. Daha sonra kendisi Sebilürreşad'ı çıkardı. Akif'in bu siyasi düşüncelerinde Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un açık tesiri vardır.

        O, islamiyetin ilk devirlerindeki saf ahlak prensiplerine dönülmesini istiyordu. Onun anladığı tevekkül, halk arasında yaygın olan her şeyi miskince Allah'tan beklemek değil, aksine çalışmaktı.

        Akif, bu düşüncelerini makale ve şiirleriyle yayıyordu. Ama cumhuriyet ilan edilip de hükümet laiklik prensibini kabul edince bir bakıma küstü ve Mısır'a giderek orada yaşamayı tercih etti.

       Şair olarak Akif'in “Konuşma diliyle vezinli sözler” yazdığını görürüz. Aruz vezniyle yazılmış olan birçok eseri, Nasrullah Camii'nde verdiği ahlak vaazından farklı değildir. Çünkü Akif de şiiri toplumun yararına bir araç sayanlardandır. Bununla beraber, din heyecanını konu olarak aldığı zaman “Mesih Paşa İmamı”, “Istiklal Marşı”, “Çanakkale Şehitleri” gibi pek çok eserinde coşkun ve mistik bir lirizm görülür.

       Tarihimizin en şanlı sayfalarından bir olan Çanakkale Savaşını onun kadar heyecanlı ve güzel anlatan olmamıştır. “Çanakkale şehitleri için” şiiri asla gücünü yitirmeden yaşayacaktır: “Bir hilal uğruna Yarab ne güneşler batıyor.”, “Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın!.” mısraları üstün güzelliktedir.

       Akif'in şiirleri, genellikle hikâye planı üzerinde yazılmıştır. Bunlar ya “Küfe”, “Hasır”, “Hasta”da olduğu gibi kısadır, ya da “Süleymaniye Kürsüsünde”, “Fatih Kürsüsünde” olduğu gibi iç içe geçerek uzar gider. Bu bakımdan Akif, gözlem gücü fazla olan bir gerçekçi roman yazarı gibi davranır.

       Şirazlı Hafız Şadi'nin çok tesirinde kalmış, ondan pek çok tercüme yapmış, ayrıca Kur'an'daki önemli ayetleri şerheden, yorumlayan manzumeler meydana getirmiştir .

Milli Eğitim Bakanlığı, 1921'de bir İstiklal Marşı yarışması açmıştı. Buna herkes katıldığı halde Akif'in katılmamış olması dikkati çekti. Kendisine yakın arkadaşları sebebini sordular. Kazanırsa ödül kabul edemeyeceğini bildirdi. Bu şart kabul edildi ve Akif şiirini gönderdi. Aynı yıl Mart ayının birinci toplantısında Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver), kürsüye gelerek İstiklal Marşı'nı okudu. Mehmetçiğin aziz ruhuna ithafını taşıyan şiir üç kere tekrarlatıldı. Üçünde de ayakta dinlendi ve alkışlandı. 12 Mart toplantısında, Akif'in şiiri Milli Marş'ın sözleri olarak kabul edildi. Şair, eserini millete malettiği için Safahat'a almadı.

         Mehmet Akif'in İstiklal Marşı şiiri, ünlü bestecilerimizden Osman Zeki Üngör tarafından bestelendi. İlk çalındığı zaman, büyük heyecanla karşılandı ve milli marş olarak kabul edildi.

         Büyük şair, 1925'te Kahire'ye gitti. Kahire Üniversitesi'nde Türk Edebiyatı Kürsüsü'nün başına geçti. Onbir yıl orada kaldı ve ölümüne yakın günlerde İstanbul'a geldi ve 27 Aralık 1936'da hayata gözlerini yumdu. Edirnekapı Şehitliği'nde toprağa verildi. Her yıl büyük törenlerle anılan milli şairimiz, milli marşımız çalındıkça hatırlanacaktır.

         Mehmet Akif'in şiirlerinin toplandığı Safahat, yedi cilttir. Her cilt, bir kitap özelliğini taşır; Bunlar sırayla “Safahat”, “Süleymaniye Kürsüsü'nde”, “Hakk'ın Sesleri”, “Fatih Kürsüsü'nde”, “Hatıralar”, “Asım” ve “Gölgeler”dir.

Şair, sonradan bunları “Safahat” adı altında 7 ciltlik tek kitapta toplamıştır.

 

 
/> d     iv>
 

 

İstiklâl Marşı Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır parlayacak! O benimdir, o benim milletimindir ancak! Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal. Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım; Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar. Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, 'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın, Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ. Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli- Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli. O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım. Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım; Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım; O zaman yükselerek arşa değer belki başım! Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl; Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet, Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!

TÜRK İMPARATORLUKLARI
DÜNYADA TÜRK`LÜK
ORHUN YAZITLARI
Facebook beğen
 
ÜLKÜCÜLÜK MHP`DE OLUR
 
ÜLKÜCÜLÜK MHP`DE OLUR
 
Bugün 2 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol